Powered By Blogger

18 Şubat 2015 Çarşamba

Kör Baykuş - Sadık Hidayet

Çağdaş İran Edebiyatı üzerine ne biliyoruz? "Farsça veya yabancı bir dil bilmiyorsak hemen hiç" demiş Behçet Necatigil. Tam da böyle aslında, köklü bir tarihe, sanata, kültüre sahip, ünlü felsefeciler ve bilim adamları yetiştirmiş bir İran uygarlığı hakkında bugün hiçbir şey bilmememiz hem garip hem  de bir kayıp. Sadık Hidayet'in "Kör Baykuş"u bu anlamda bir başlangıç olabilir, ancak önceden uyarmak isterim ki kitap aşırı derecede menfi düşünce içermektedir (bazı insanlar bu durumda rahatsız olabilir). 1937 yılında ilk olarak Hindistanda basılan (İran'da yasak olduğu söylenmektedir) kitap, yaşadığı travmaları atlatamamış hisli bir adamın gel-gitlerini anlatmaktadır (ya da ben böyle anladım). Zamandan ve mekandan bağımsız bir şekilde sanki aniden ortaya çıkan ve boşlukta kaybolan amca, arabacı, mezarcı, genç kız veya eski eş olayın daha da karmaşıklaşmasına sebep olmaktadır. Bununla beraber aniden ortaya çıkan ve sonra tek bir karakterde (anlatıcıda veya eski eşinde) birleşen bu kişiler sayesinde yazarın geçmişine ilişkin veya nasıl olup da bu ruh haline büründüğüne ilişkin bazı ipuçları edinebiliyoruz. Kitap baştan sonra ölüm döşeğinde sanrılar gören birinin sayıklamaları gibi, bu nedenle neyin hayal neyin gerçek olduğu sizin değerlendirmenize kalacak gibi görünüyor. Ancak kitabı okurken o keskin afyon kokusunu, yıllanmış şarabın kokusunu, çürümüşlüğün kokusunu oldukça net duyumsuyorsunuz.

Kitabın sonunda yer alan Sadık Hidayet'in de yakın bir arkadaşı olan başka bir İranlı edebiyatçı Bozorg Alevi'nin son sözü hikayeyi ve yazarı daha iyi anlamamızı sağlıyor. Yine de, Kör Baykuş'u okuyan herkes  Bozorg Alevi'nin açıklamalarına ihtiyaç duymaksızın genç yaşta intihar ederek hayatına son veren bir yazarın yaşadığı bunalımı net olarak hissebilir hem de daha ilk cümleden: "Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar."

Kitap Batılı edebiyatçılar tarafından da eleştirilmiş ve beğenilmiş bir eserdir, Doğu eserleri arasında yer alan nadide eserlerden addedilir. Bu şekilde övülmeyi hak ettiğini düşünmüyorum, şunu diyebilirim sadece; Kör Baykuş; eğitimli ve zengin bir aileden gelen ve dünyayı gezeren tanıma fırsatı bulmuş bir yazarın bir şekilde Batıya tanıtmayı başardığı bir eserdir. Güzel bir kitaptır, inkar edilemez ancak bu topraklarda daha niceleri vardır, bilinmez, bununla beraber, okunmasını tavsiye ederim.

"Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar. Kimseye anlatılamaz bu dertler, çünkü herkes bunlara nadir ve acayip şeyler gözüyle bakarlar. Biri çıkar da bunları söyler ya da yazarsa, insanlar, yürürlükteki inançlara ve kendi akıllarına göre hem saygılı hem de alaycı bir gülüşle dinlerler bunları. Çünkü henüz çaresi de, devası da yok bu dertlerin. Tek ilaç şarap yardımıyla unutmaktır; afyonun ve uyuşturucu maddelerin sağladığı sahte uykudur. Ama ne yazık ki bu tür devaların da etkileri geçicidir, acıyı kesecekleri yerde çok geçmeden daha da şiddetlendirirler."

13 Şubat 2015 Cuma

Cesur Yeni Dünya - Aldous Huxley

Distopya diğer bir deyişle karşı-ütopya türünü sevenlerin kesinlikle okuması gereken bir kitaptır. Bu türün ilk örneklerinden sayılan Yevgeni Zamyatin'in "Biz" (1920) adlı romanından esinlenildiği düşünülen "Cesur Yeni Dünya" (1932) Orwell'in 1984'ndan farklı bir karanlık dünya yaratır. İnsanların baskı ile sindirilerek yönetildiği 1984'ün aksine, bu dünyada herkes özgür ve mutludur (tabi ki kendilerine bebekken öğretilen çerçevede). Geleceğin dünyasının miladı Henry Ford'un ilk kez araba fabrikasında taşıma bandıyla seri üretime geçtiği T modelinin piyasaya çıkışı ile başlar. Kitapta olayların yaşandığı tarih F.S. 632 yılıdır (Ford'dan sonra 632 yılı - ki günümüzden 500 yıl sonrası gibi düşünebiliriz). İnsanlar Ford'dan bir tanrıymış gibi bahseder, materyalizm pek çok anlamda hayatın her yerindedir; dinler yok edilmiştir, kültürler, sanat, felsefe, dilsel farklılıklar ve evlilik kurumu vb. toplumsal kurallar tamamen kaldırılmıştır. "Herkes herkesindir" mottosuyla insanlar cinselliği dilediği gibi yaşamaktadır ancak tek bir şartla: anne baba olmak yasaklanmıştır. T modelinden esinlenilerek oluşturulan toplum, insanları araba gibi insan üretim fabrikalarında laboratuvar ortamında üretmekte (ki zaten kadınların çoğu da kasten kısır üretilmektedir) ve üretimlerine göre DNA'larını değiştirerek sınıflara ayırmaktadır: Alfa, Beta, Gamma, Delta ve Epsilon (sınıflar da kendi aralarında artı-eksi olarak ayrılmaktadır). Alfa artılar bürokratik ve zeka geliştiren işlerle ilgilenmekte, moron olarak üretilen Epsilonlar fiziksel güç gerektiren fabrikalarda çalışan işçi sınıfını oluşturmaktadır (günlük hayatta giydikleri kıyafetlerin renkleri de farklıdır). Laboratuvarda şişelerden çıkarılan bebekler hipnopedya yöntemi (uykuda öğrenme) ile kendi sınıfına şartlandırılmakta ve kendisini en iyi sınıf sanarak oldukça mutlu bir yaşam sürmektedir. Toplum kocaman bir deney grubu gibidir, hatalı görülen bir davranış biçimi (örneğin çiçek sevgisi vb.), bir sonraki seri üretimden hipnopedya yöntemi ile uzaklaştırılmaktadır. Bu şekilde Denetçiler (bölgelere ayrılan dünyada bir bölgenin en üst yöneticisi) kendilerince kusursuz insanı-ideal toplumu yaratmakta ve soma adı verilen mutluluk verici yapay uyuşturucu ile mütemadiyen beyinlerini uyuşturmaktadır. Bir de bu modern-mutlu dünyada yaşamayı reddeden "ayrık-bölgelerde" yaşayan ve doğumla çoğalan kusurlu yaratıklar vardır: normal insanlar (vahşiler).
 
Modern dünyanın üretim hatası olan insanlarından birisi olduğu için zaman zaman yalnızlık çeken mutsuz alfa-artı Bernard Marx'ın embriyo hemşiresi Lenina ile ayrık bölgelerden birine yaptıkları ziyaret ve buradan yeni dünyaya getirdikleri bir "vahşi" (yıllar önce ayrık bölgede kaybolan bir Beta-eksi hemşirenin oğludur) ile F.S. 632 istikrar yılında bir hareketlenme olur. Önceleri herkes için ilginç olan bu olay, eski toplum düzenine aşina olan ve Shakespeare okuyan John the Savage'ın (Vahşi John) yeni toplumun neler kaybettiğini onlara anımsatmasıyla trajik bir biçimde son bulur.

Kitap üzerine bazı eleştiriler elbette yapılabilir, ki bunların pek çoğuna Huxley yeni baskıların önsözünde cevap vermektedir, ancak kitabın yazıldığı dönem itibariyle güzel bir eleştiri ve ince düşünülmüş bir distopya olduğunu kabul etmek gerek. 1984 kadar etkilenmesem de, Denetçi ile Vahşi arasında geçen konuşmaların (kitabın son bölümünde) oldukça etkileyici olduğunu söyleyebilirim, okunmasını mutlaka tavsiye ediyorum. Kitap adını belli bölümlerde sık sık tekrarlanan Shakespeare'nin Fırtına adlı eserinde Miranda'nın repliğinden almaktadır:

"Bu kadar bunca yakışıklı varıp gelmiş buraya
Ne güzel şeymiş meğer insanlık
Böyle dünyalıları olan
Yaşasın bu yaman, bu cesur yeni dünya."

9 Şubat 2015 Pazartesi

Hayat Bu İşte - Suzan Mumcu

Bu kitabı aylar önce alıp birkaç öykü okuyup bırakmıştım. Beğenmediğimden değil sanırım alıştığım tarzda olmamasından dolayı bırakmış olmalıyım. Okuma listesi oluştururken kitaplığımda bulunan kitaplara öncelik vermeye çalıştığım için "Türk bir yazardan öykü kitabı" kategorisine en uygun düşen kitabım buydu :). Suzan Mumcu öykülerini kısa kısa ve detaylandırmadan vurucu şekilde anlatmayı tercih etmiş. Ancak içerikteki bazı konular uzun uzun işlenebilir ve ortaya enfes bir psikolojik drama çıkabilirdi. Yazarın tercihine saygı duyuyoruz elbette. Eserin adının "Hayat Bu İşte" olması, seçtiği öykülerin hayatın içinden insanlardan esinilerek yazılmış olması, hatta yazar bu konuyu "bize şaşırmayı hatırlatan öyküler..." olarak tanımlamış. Öykülerin büyük bir kısmı oldukça hüzünlü; köylüsünden kentlisine, muhacirinden ecnebisine her kesimden kişinin hayatlarına değinilmiş. Yazarın öğretmen olması ve tahminimce Türkiye'nin değişik yerlerinde görev yapması öykülerinden bazılarının kurgu değil gözlem üzerine yazılmış olduğu kanaatini doğuruyor. Kitapta köyünden şehre gelen çobandan, alzheimer hastası bir anneye, imkansız aşklardan zorla evlendirilen küçük kızlara kadar pek çok konuda öykü bulunmaktadır. Aslını sorarsanız, ben yazarın yazdığı konuların yaşanmış olmasından ziyade kurgu olmasını tercih ederdim (birilerinin böyle acılar yaşamış olması daha mı iyi olurdu?).

Kitap okumayı ve ilginç işeyleri araştırmayı sevdiğim için genelde halk deyişlerine aşinayımdır ancak bu kitapta yeni bir atasözü öğrendim: "Maşa kadar kocası olanın, paşa kadar hükmü olur". Bu söz bana yakın zamanda çıkan "Kocan Kadar Konuş" kitabını anımsattı :). Tekrar konuya dönersek, genel anlamda çok beğendiğim bir eser olmadı ama "Nefret" ve "Eleni" isimli öyküler kitapta okuduklarım arasında en beğendiklerim oldu. Bir de çok sevdiği eşini aniden kaybeden bir kadının yarım kalan kitabı için yaptığı yorum:

"......Eşyalarda hala sıcaklığı var. Son okuduğu kitabın sayfası açık, onu bekler gibi duruyor. Ya ben, bir kitap kadar olmayayım mı? Onu beklemeyeyim mi yani? Gidersem çiçeklerini kim sular, duvardaki çalar saatini kim kurar, kitaplarının tozunu kim alır, değil mi?..."

5 Şubat 2015 Perşembe

Dişi Kurdun Rüyaları - Cengiz Aytmatov

Akbar adındaki dişi bir kurdun hayalleriyle başlayan kitap, kurdun karşılaştığı insanların da hayatlarını anlatarak iç içe hikayeler halinde ilerliyor. Okuduğum en hüzünlü kitaplardan birisiydi, bu nedenle rahatsızlık verici olduğunu kabul ediyorum. Özellikle rahatlatıcı sonlara alışmış Hollywood gençliğinin hoşuna gidecek tarzda değildi. Kitapta dişi kurt Akbar'ın yavruları ve erkeği Taşçaynar'la bozkırdaki olağan yaşamlarının insanoğlu tarafından bozulmasıyla ilk olaylar patlak verir. Oysa Akbar, yavruları ve Taşçaynar'la bozkırda huzurlu bir yaşam sürmekten başka bir hayal kurmamıştı, ancak Aytmatov'un da dediği gibi, hayalden doğan umutlar, genellikle zaman içinde kırılıp giderler. Bozkırda olağan yaşamlarını süren saygaların (antiloplar) insanlar tarafından katledilmesinin ardından, yeni yer arayışına çıkan kurtlardan, papaz okulundan atılan Abdias'a kayar hikaye (bu adamın kafasında birkaç tahtası eksik). Abdias kitapta en çok yoğunlaşılan karakterdir. Papaz okulundan atılması, gezi yazısı yazmak için Sovyet topraklarını beş parasız Moskova'dan Mujunkum bozkırına kadar arşınlaması, uyuşturucu çetelerinin içine sızması, İnga adındaki genç ve güzel bir kadınla tanışması ve para kazanabilmek için saygaların katledilmesi operasyonuna katılması detaylı olarak anlatılır. Papaz okulundan atılsa da, inançlı biri olan Abdias'ın hastalık nöbetindeyken Hazreti İsa ve Roma İmparatorluğunda vali olan Pontius Pilatus'un arasında geçen mahrem konuşmayı hayalinde canlandırması da hikayeye başka açıdan yaklaşan can alıcı noktalardan birisiydi. Üçüncü bölümde yeniden dişi kurt Akbar ve yeni yaşam alanında yaşayan çobanların hayatına odaklanan kitap insanın içini yakan bir sonla sona eriyor.
 
Daha önce okuduğum Cengiz Aytmatov romanları arasında "Gün Olur Asra Bedel"den sonra en sevdiğim kitap bu oldu. Tabi bu iki kitabın içeriğe serpiştirilen bozkır kültürünün yanında bir ortak noktaları daha var: Rejimin eleştirisi. Aytmatov eski Sovyet düzeninin eleştirisine kitaplarında sık sık yer verir; partide palazlanan kişilerin halka yaptığı sömürü, halka hizmet etmesi gereken kişilerin halk kültüründen kopukluğu, üretime odaklanan sistemin doğaya ve insana verdiği zararın yanında verimi de düşürmesi satır aralarında vurgulanan noktalardır. Bununla beraber, bürokrasinin "rejimi eleştirenlere yaptığı faşistlik" de (bu kitapta fazla belirgin olmasa da) genellikle Aytmatov'un yazmayı sevdiği bir konudur.
 
"Her insan kaderinin peşinde koşar ve her kader adamını arar... Hayat böylece sürüp gider... Eğer kader oklarının her zaman hedeflerine ulaşma özlemi içinde bulundukları doğruysa, bu hikayemizde bu özlemlerini giderdiklerini söyleyebiliriz. Çünkü hiç şaşmadan hedeflerine ulaşmışlardır. Ve her şey şartların sürüklediği sona doğru tabii şekilde gelişmiştir."